Sinan Karakaya: DESTANIMIZDA TÜTÜNSÜZLER KAPAKTADIR!
Evvela hayal kuracaksın! Nereden geldi bilmiyorum ama belki tepemizde gezinen füzeler, belki ölüm, belki yıkım... Bunların hepsi birden üzerimize üşüşmüştü. Onlarca emekçinin soluk almaya ne vakti ne zamanı vardı. Yaşadığımız, emek verdiğimiz kentte neredeyse yok gibiydik. Ya yüzümüz eskimişti ya da sabah vardiyasında, servis durağında “Sıra bize ne zaman gelecek?” diye bekliyorduk.
Bir şey yapmalıydık, daha fazlası olmalıydı. Sesimizin duyulması lazımdı elbet. Meslek örgütü dediğin, kentle bağını hiçbir zaman koparmamalı. Aksine, kentin ihtiyaçlarını kavrayıp ona üretmeliydi mutlaka! Mühendislik yalnızca projeler, çizimler ya da hesap kitap değildir; mühendislik, yaşamla gerçeğin bağını kurmaktır. Duyulmayan sesi duyurmaktır. Görünmeyeni görünür kılmaktır.
Uzunca zamandır hayalini kuramadığımız bir geleceğin hikâyesini de yazamıyoruz elbet. Her sabah mesai başlangıcında toplu sözleşme masalarında olamayışımızın sancısı içimizde birikirken, bize verilen işleri yapıyor, verilen resimleri üretime uygun hale getirip sadece çiziyoruz. Bize düşen masalarda yalnız kalmak oluyor. Çoğu zaman kendimizi vekili sandığımız patronlar, işler kötüye gittiğinde, iki dudağının arasından çıkan bir sözle bizi koca masalardan kaldırıyor. Pılımızı pırtımızı toplayıp, mesai arkadaşlarımıza hınçla ve öfkeyle küçük bir veda konuşması yaptıktan sonra, sadece tezgâh başındaki ustamıza sarılıp çekip gitmenin hikâyesini kim yazacak? Ya da yazacak mı biri? Bir hikâyesi olacak mı?
Zamanla hikâyelerimiz ortadan kaldırıldı. Neşemiz, öfkemiz, direncimiz birer birer silindi. Kentin sokaklarında dolaşan gerçek emekçilerin hikâyeleri yerini büyük laflara, süslü başarı anlatılarına bıraktı. Oysa sabahın köründe servise yetişmeye çalışan işçinin hikâyesi, bu kentin en sahici masalıdır. Bizim görevimiz o sesi yeniden duyurmak, unutulanı hatırlatmak.
Tüm bu gerçekliğin ortasında, yaşam alanlarımızdan biraz geriye çekilip, “bizim olanı, bizim yazdıklarımızı” anlatacak çemberi yarıp evvela hayal etmeyi isteyecek hikâyelere ihtiyacımız olduğunu görmek gerek. Ahmet Büke’nin son romanı Kırmızı Buğdayı bu duyguyla okumaya başladım. Söyleşinin gerçekleşeceği güne kadar heyecanla, biraz da hasretle okudum. Birazcık olsun geriye yaslanmanın, hikâyeye gömülmenin keyfini yaşadım – tıpkı lise yıllarında İnce Memed’i okurken Çayırova-Gebze otobüsünde farkında olmadan son durağa kadar gitmem gibi…
Arap Ali’nin öfkesi, toprağa bağlılığı; Kayaoğlu’nun eşkıyalıktan şehre inişi, o görkemli kulesinden zeytin hasadını kontrol etmesi; Kayaoğlu Şahin Bey’in zayıflığı ama Yiğitbaşı Üşen’in öfkesi… Hepsi bir arada, sanki yaşadığımız kentin resmiydi. Ve arada şöyle diyordu: “Sen bakma… Reaya dediğin bin uyur, bir dirilir.” Umudu toprağa filizlendirip bizlere bırakıyordu. Kırmızı Buğdayın tüm detaylarını anlatmayayım ama bazı noktaları bana, gerçek kavganın nasıl olması gerektiğini fısıldadı. Kayaoğlu Adnan Bey’in akıllılığı, hürriyeti kendi toprağına meze etmesi, eski düzen ölürken Arapoğlu Ali’nin alın terine yeniden göz dikmesi... Hepsi yaşadığımız kenti yeniden hatırlatıyordu. Bir de “ağa pulu” var tabii.
Bildiğimiz ticket işte; nerede, nasıl yiyeceğimize karar verenler, biraz da mübalaa olsun bizi ceplerindeki akçe olarak görenler, daha yazabileceğimiz onlarca sıfatlı kötüler, kötülükler; karşılarında da biz emekçiler, işçiler, tütünsüzler. İşte tam da bu yüzden yan yana geldiğimizde ağa pulu değil, ejderha olsa kâr etmez!
Ve sonra duyduk ki bu kentte tütünsüz Arapoğulları’nın hikâyesini yazanlar varmış. Bizim gibi düşünen, bizim gibi yürüyen… Yani bizler. 25 Haziran günü, kentimizde kendi hikâyemizi anlattık. Dilimizden dökülenler, elimizin emeğiyle buluştu. Konuştuk, anlattık, birbirimize dokunduk.
Bir de dedik ki: “Madem bu topraklarda hikâyemizi anlatanlar var, o halde buraya özgü bir simgeyle unutulmasın bu hikâye.” Laf arasında hocamla konuşurken, “Size söz hediyemiz, bir dahakine tütünsüz Arap Ali’yi tezgâhlarımızda yaşam vereceğiz” deyiverdik. Ve fark etmeden Arap Ali’yi resmetmişiz.
Bu kentte hikâyeyi sadece kim anlattı diye değil, kim yaşadı diye sormalıyız artık. Çünkü sabahın ilk ışığında yola koyulan, öğle yemeğini sirene göre değil patronun kaşına göre yiyen biziz. İşe alınırken referans değil, ihtiyaçla başvuran biziz. Sınıfın adı konulmasa da, düzen içinde kimin nerede durduğunu herkes biliyor. Ve bu hikâye, sınıfını bilenlerin hikâyesidir. Bunu görünür kılmak da bizim boynumuzun borcu.
Çünkü destanımızda yalnızca tütünsüzlerin hikâyesi vardır! Ve o destan, her gün yeniden yazılır. Kalemimizle, emeğimizle, düşlerimizle… Birileri gölgede kalmasın, birileri karanlıkta unutulmasın diye...
“Hak buysa, erenlerin yolu açıktır. Biz de izinden yürürüz dem ola.”